Tefsir-i Kebir Te’vilat (M.Arabi)
O Kitab… Bakara suresi, Medine’de inzal olmuştur. Sadece 281. ayeti Mekke’de Veda haccında inzal olmuştur. 286 ayettir. “Elif. Lam. Mîm.” Surenin başındaki bu üç harf ile bütün olarak varlığa işaret ediliyor. Çünkü “Elif”, daha önce değindiğimiz gibi ilk varlık olan zata işarettir. “Lam”, Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir. Faal akıl, ara varlıktır; varlığın başından feyiz alır, varlığın sonuna feyiz verir. “Mîm” ise, varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret eder. “O Kitab…” Daire onunla tamamlanır ve başı ile birleşir. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatemdir, mühürdür, sondur. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü dolaştı, yüce Allah’ın semaları ve arzı yarattığı ilk güne ulaştı.” Selef alimlerinden birinin şöyle dediği rivayet edilir: “Lam” harfi, iki “Elif”ten mürekkeptir.” Yani “Lam”, ilim sıfatı ile birlikte zat’ın karşılığı olarak vazedilmiştir. İlim sıfatı ve zat, daha önce işaret ettiğimiz üç ilahi âlemin ikisini temsil ederler. Dolayısıyla Allah’ın isimlerinden biridir. Çünkü her isim herhangi bir sıfatla birlikte zattan ibarettir. “Mîm” ise, bütün sıfatlarla ve fiillerle birlikte zata işarettir. Fiiller aracılığıyla zat, ism-i azam olan Muhammedi surette kendini perdeler ve ancak bilenler bunu anlayabilirler. Zatın sureti olan “mîm”de nasıl gizlendiğini görmüyor musunuz? Çünkü “Mîm” harfinin yapısında “Miym” “ya” harfi vardır; “ya” harfinde ise “elif” bulunur. Hece harflerinin vazedilmesinin altındaki sır ise, her harfin içinde mutlaka “elif” harfinin bulunmasıdır. Aşağıdaki değerlendirmeyi yapanların bu yaklaşımı bizim açıklamamıza yakın bir mahiyettedir. Diyorlar ki: “Bunun anlamı: her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah’a yemindir. Çünkü Cebrail, ilim sıfatının mazharıdır, dolayısıyla “Alim” ismidir. Muhammed ise hikmetin mazharıdır ve Allah’ın “Hakim” ismidir.” Buradan hareketle “Allah’ın isimlerinden her birinin altında O’nun sonsuz isimleri vardır.” diyenlerin bu sözlerini daha açık bir şekilde anlayabiliyoruz. İlim, sebepler ve müsebbepler âlemi olan hikmet âleminde fiile eşlik etmediği, dolayısıyla hikmete dönüşmediği sürece tamamlanmaz, kemale ermez. Bu yüzden İslam da sırf “La ilahe illallah” (Allah’dan başka ilah yoktur) demekle hasıl olmaz; islam’ın hasıl olması için “ La ilahe illallah”ın “Muhammedur’rasulullah ” (Muhammed Allah’ın rasulu’dur) ifadesiyle birlikte olması şarttır. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Eliyf. Lam. Miym. O vaat edilen Kitab… Yani “Kitabu’l cifr” (Cifir kitabı) ve “Kitabu’l camia” (her şeyi kapsayan) ve ahir zamanda Mehdi’nin yanında olacağı vaat edilen o kitabı, Ondan başkası hakiki anlamda okuyamaz. Cifir, Akl-ı kül denilen Kaza levhidir. El-Camia ise, Nefs-i kül denilen Kader levhidir. Dolayısıyla Cifir ve Camia Kitabının anlamı, olanı ve olacakları ihtiva eden iki kitab’dır. Bakara suresi ve Neml suresi demek gibi. “Onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir.” Hakikâtte O’nun Hak olduğunda şüphe yoktur. Ya da ifadenin orijinalinin başında “söyleme/kavl” fiilini takdir ettiğimizde, Onun Hak ile beraber olduğunda şüphe yoktur, anlamını elde ederiz. Hak da bütün olarak tüm varlıktır. Çünkü O, nebilerin, resullerin lisanında vaat edilen ve Kitaplarında geleceği yazılan O Kitabın açıklayıcısıdır. Nitekim İsa (a.s) şöyle demiştir: “Biz size tenzili (indirilmiş vahyi) getiriyoruz, tevili ise ahir zamanda Mehdi getirecektir.” “O Kitab…” ifadesi delalet ettiği için, yeminin cevabı hazfedilmiştir. Kur’an’ın bir çok yerinde yeminin cevabının hazfedildiğinin örnekleri vardır. “Güneşe andolsun…” (Şems, 1) “Söküp çıkaranlara andolsun.” (Naziat, 1) ayetlerinde olduğu gibi. Yani, Tevrat ve İncil’de Muhammed’le beraber olacağı vaat edilen Kitabı biz indiriyoruz. Bu ifade hazfedilmiştir, çünkü “O Kitab..” ifadesi buna delalet etmektedir. Yani önceki ilmin kapsamında bilinen ve Tevrat ve İncil’de vaat edilen O Kitab, içine şüphenin karışmasına imkan olmayacak şekilde Hakk’dır. “Muttakiler için bir yol göstericidir.” Rezilliklerden, alçaklıklardan, içindeki hakkı kabul etmeye engel olan perdelerden sakınanlar için bir yol göstericidir. Bil ki, insanlar akıbet açısından yedi gruba ayrılırlar. Çünkü insanlar ya “said” mutludurlar ya da “şaki” bedbaht. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu.” (Hud, 105) Bedbahtlar sol ehlidir (ashab-ı şimal), mutlular ise sağ ehlidir (ashab-ı yemin). Ya da öne geçen mukarrebler (yakınlaştırılmışlar)dır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman.” (Vakıa, 7) Sol ehli (ashab-ı şimal) olanlar, ya kendileri hakkında azap sözü hak olan zulmet ve külli hicap ehli ezelden beri kalpleri mühürlenmiş kimselerdir, ki yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” (Araf, ~~~179) Bir kutsi hadiste de şöyle buyurmuştur: “Onları cehennem için yarattım ve buna aldırmam.” Ya da münafıklardır. Aslında münafıklar, fıtrat ve yaratılışları itibariyle nurlanmaya elverişlidirler. Ancak, rezillikler edinmekten, günahlar işlemekten, hayvani ve yırtıcı fiilleri gerçekleştirmekten, şeytani hileler peşinde koşmaktan kaynaklanan kir ve tortularla kalpleri perdelenmiştir. Bunun neticesinde de fasıklık karakteri ve zulmani melekeler nefislerinde kök salmıştır. Ters yüz olmuşlardır. Bu yüzden en şiddetli azap onlar içindir ve ilk gruba göre halleri çok daha kötü olur. Çünkü, yaratılıştan kaynaklanan kapasitelerinin kalıntısı ile pratikteki halleri birbiriyle çelişmektedir. Diğer iki grup ise, dünya ehli ve sağ ehlidir (ashab-ı yemin). İman edip cennet için salih amel işleyen, cenneti uman ve ona razı olan fazilet ve sevap ehline gelince, derecelerine göre yaptıklarını karşılarında hazır bulurlar. Bunların her birinin, amellerine göre belirginleşen dereceleri vardır. Bunlardan kimisi rahmet ehlidir; nefislerinin selameti ve kalplerinin saflığı üzere kalırlar ve rablerinin bir lûtfu olarak kapasitelerine göre cennetteki derecelere kavuşurlar. Bu kavuşma amellerinin mirası olan kemallerine göre değildir. Yani amellerinin karşılığı olarak değildir ilahi lütuftur. Bir salih, bir de kötü amel işleyen, durumları karışık olan afv ehline gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar: Bunların bir kısmı, daha baştan itibaren afvedilirler; inançları kuvvetli ve az kötülük işlemelerinden dolayı kötülük karakteri nefislerine yerleşmediği için ya da işledikleri kötülüklerden tevbe ettikleri için. Yüce Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Bir kısmı ise, bir müddet azap görürler. Bu azap da günahların onların içinde kökleşmişliği oranında belirlenir. Nihayet, işledikleri günahların kir ve tortularından arınıp kurtuluncaya kadar azap devam eder. Bunlara adalet ve ceza ehli de denir. Bunlardan zulmedenlere, işledikleri kötülüklerin cezası isabet edecektir, ancak sonunda, rahmet onları kapsar. Üçüncü grup ise, ahiret ehlidir. Önde olanlar (sabikun) da, ya sevendirler ya da sevilen. Sevenler, Allah yolunda hakkıyla cihad ettikleri, O’na içtenlikle, gönülden döndükleri için, Allah’ın, kendi yoluna ilettiği kimselerdir. Sevilenler ise, ezeli inayete, ilgiye mazhar olanlardır. Allah, onları seçmiş ve dosdoğru yola (sırat-ı müstakim) iletmiştir. Her iki grup da Allah ehlidir. O halde Kur’an, ilk grubu oluşturan bedbahtlar için yol gösterici değildir; çünkü istidatları olmadığı için Kur’an’ın yol göstericiliğini kabul edecek durumda değildirler. İkinci grup (münafıklar) için de yol gösterici değildir; onlar da istidatlarını yok ettikleri, sildikleri, bozuk akideleriyle bütünüyle bastırdıkları için. İşte bu gruplar cehennemde ebedi kalacak kimselerdir. Ancak Allah’ın diledikleri başka. Dolayısıyla, Kur’an’ın hidayeti, yol göstericiliği son beş grup için geçerlidir. Muttakilerin niteliği bunların tümünü içine alır. Sevilen, Allah için süluk etmesinin sonucu gerçekleşen cezb ve vusul halinden sonra Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır. Çünkü yüce Allah (c.c.) Habibine şöyle diyor: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık.” (Furkan, 32) Seven ise, Allah’a ve Allah için süluk ettiğinden hem cezb ve vusul’dan önce hem de sonra Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır. Buna göre muttakiler şunlardır: İstidat sahibi olup orijinal fıtratları üzere kalan, kalpleri berrak, nefisleri arı ve fıtri nurları baki olduğu ve Allah’a verdikleri sözü bozmadıkları için şirk ve şüphe kirinden ve tortusundan uzak kalan kimselerdir. Takvanın bu türü imandan önce gelir. İnşallah ileride değineceğimiz gibi, takvanın imandan sonra gelen türleri de vardır.